16 Ağu 2023

Havva Kahraman

Downton Abbey dizisini pek çoğunuzun duyduğunu ve hatta çoktan izlemiş olabileceğini tahmin ediyorum. Dizi 2010 yapımı fakat yakın zamanda Netflix Türkiye'de yer almasıyla birlikte tahmin ediyorum ki benim de aralarına dahil olduğum daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmış oldu.

Downton Abbey her ne kadar bir dönem dizisi olsa da günümüz iş dünyası için çıkarabileceğimiz önemli mesajlar içeriyor. Bu yazıda kendi bakış açımdan gördüğüm örneklere değineceğim. Dolayısıyla henüz izlememiş olanlar için yazının devamı bir miktar spoiler barındırabilir.

Alain de Botton “Statü Endişesi” kitabında Fransız avukat ve tarihçi Tocqueville’den şöyle bir alıntı yapıyor:“… Sonuç olarak, sınıflar arasındaki ilişkilerde bir çeşit iyi niyet hakimdi. Toplumda eşitsizlik vardı belki ama bireylerin ruhları saygısızlığa ve kötü muameleye maruz kalmıyordu.”

Bu ifade bu dizi için söylenmiş olsa ancak bu kadar güzel bir özet olabilirdi. Dizinin altı sezonu boyunca, her bölümde, sahne sahne sınıflar arası ilişkilerdeki iyi niyeti izliyoruz. Downton Abbey bir ev olmasının yanında aynı zamanda bir işletme ve bugün kendini “kurumsal” addeden pek çok kurumdan daha kurumsal ve profesyonel bir şekilde yönetiliyor. İşverenle çalışanlar arasında sarsılmaz bir saygı ve güven ilişkisi mevcut. Çalışanlara kendi çalışma alanlarıyla ilgili saygı duyuluyor, alan tanınıyor ve istisnai durumlar dışında işlerine karışmak, müdahale etmek gibi şeyler işverenin aklından bile geçmiyor.

Ayrıca Crawley ailesi (Downton Abbey’in sahipleri), çalışanlarına her türlü konuda sonsuz destek oluyorlar. Anna’nın hamilelik süreci, Mr. Bates’in hapishane süreci, Mrs. Patmore’un katarakt problemi, Anna’nın Lady Mary’nin odasında doğum yapması – hatta Mary’nin Anna’nın tüm itirazlarına rağmen ayağından ayakkabılarını çıkarıp onu yatağına kendi elleriyle yatırması – gibi çok çeşitli örneklerini gördüğümüz üzere her türlü zorlukta çalışanlarının maddi – manevi yanında olmaktan asla geri durmuyorlar.

Tabii bazen kantarın topuzu kaçmıyor değil (ör. Mr. Carson ile Mrs. Hughes’in düğünü) fakat çalışanlar, kendi istedikleri ile onların yapmaya çalıştıkları örtüşmediği durumda bir şekilde bunu dile getirebiliyorlar. Yani her durumda söz hakları var (bkz. Speak-up politikası).

Peki patron hiç mi hata yapmıyor? Elbette yapıyor ama aristokrat olmalarına rağmen alçakgönüllülükle çalışanından özür dileyebiliyor (bkz. Cora’nın düğün elbisesi konusunda Mrs. Hughes’den özür dileyip gönlünü aldığı sahne).

Dizide aynı zamanda kadınların yavaş yavaş iş hayatına girişi, sonrasında her geçen gün daha fazla konuda söz sahibi olması ve yükselişine de şahit oluyoruz. Kadınların, hele de aristokrat kadınların çalışması önceleri hoş karşılanmazken (gerçi kadınlar diyorum ama bu aslında aristokrat erkekler için de geçerli zira bir bölümde Lord Grantham, Matthew’a “centilmen dediğin çalışmaz, bir centilmenin mesleği olmaz” gibi bir şey söylüyordu) 1. Dünya Savaşı ile birlikte ilk hamleyi Lady Sybill’den görüyoruz. Lady Sybill kendisi hemşire olmakla kalmayıp Downton Abbey’in savaş süresince bir rehabilitasyon merkezine dönüştürülmesine öncülük ediyor. Sonrasında Edith’in bir dergide yazı yazmaya başlaması ve hatta zamanla derginin sahibi olması ve Mary’nin Downton Abbey yönetimini “agent” olarak devralması gibi pek çok gelişmeye tanıklık ediyoruz.

Dizide çalışanlar aynı zamanda “kariyer gelişimi” açısından da oldukça pozitif bir şekilde destekleniyorlar. Bunun ilk örneğini yine Lady Sybill’den görüyoruz. İş hayatını Downton Abbey dışında, sekreter olarak sürdürmek isteyen hizmetli Gwen’i mülakatlara gitmesi konusunda teşvik etmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisine referans oluyor ve hatta bizzat mülakata götürüyor. Red aldığı zamanlarda pes etmemesi için Gwen’e adeta kariyer koçluğu yapıyor, yeniden denemesi için cesaretlendiriyor ve hatta Downton Abbey’de telefon bağlamaya gelen görevliyi Gwen’le görüşmesi için ikna edip Lord Grantham’ı kütüphaneden çıkartarak görüşmeyi orada gerçekleştirmelerini sağlıyor. Yani hiç de öyle önünü kesmiyor, farklı bir iş hayali kurduğu için çalışana bozulmuyor, küsmüyor. Tam tersi – Sybill, yaşadığı dönemin çok ötesinde bir vizyona sahip: kariyerin tek bir işyerinde ya da tek bir alanda şekillenmek zorunda olmadığının, insanların farklı hayalleri olabileceğinin farkında ve bunu destekliyor. Gerçek bir vizyoner lider değil de, ne?

İşverenin bu iyi niyetli ve hoşgörülü tutumu, işbirlikçi yaklaşımı tabii ki çalışanlar gözünde fazlasıyla karşılık buluyor. Sonuç: uzun yıllar bağlılık ve sadakatle hizmet veren mutlu çalışanlar, huzurlu bir ortam, düşük turnover. Demek ki yine nereye geliyoruz: konu hiçbir zaman yalnızca “para” olmadı. Önceki paylaşımlarımda da değindiğim gibi nezaket kazanıyor, kazandırıyor.

Çalışanların işverene sadakati ve saygısı anlatmakla bitmez, burada da bazen kantarın topuzu bence kaçıyor, özellikle Mr. Carson olayı biraz abartıyor ama olsun, onu da o muhafazakâr ve kraldan çok kralcı haliyle kabul edip sevdik dizide. Hem o bile ara sıra da olsa kendini aştı, bizi şaşırttı desek yalan olmaz. Benim gibi diziyi izlemeye doyamayanlar için bir de 2019 yapımı filmi var, Carson’ın bu “kendini aşma” konusundaki en üst örneğini de filmde görüyoruz.

Sonuç olarak Downtown Abbey dizisindeki örnekleri günümüz insan kaynakları süreçlerini geliştirme niyetiyle yaptığımız eğitimlere, atölye çalışmalarına koysak ve liderlik anlayışımıza bir de dönem dizisi perspektifinden baksak hiç de fena bir yaklaşım olmaz diye düşünüyorum, bilmem siz ne dersiniz?

Havva Kahraman